İklim değişikliği, dünya genelinde ülkelerin ortak bir sorunla yüzleşmesini gerektiriyor. Ancak bu ortak soruna verilen yanıtlar, ülkelerin ekonomik kapasiteleri, teknolojik altyapıları ve politik öncelikleri doğrultusunda farklılaşıyor. Gelişmekte olan ülkeler, iklim değişikliği etkilerine daha savunmasız olmalarına rağmen, küresel sera gazı emisyonlarına daha az katkı sağlıyor. Bu durum, kaynakların daha eşit şekilde dağıtılmasını gerektiren bir küresel dayanışma ihtiyacını doğuruyor.
İklim Finansmanı ve Teknolojiye Erişimde Adalet
Küresel ölçekte, gelişmiş ülkeler ve gelişmekte olan ülkeler arasında finansmana ve teknolojiye erişimde belirgin farklılıklar bulunuyor. Yüksek gelirli ülkeler, yeşil teknolojiler ve yenilenebilir enerji projeleri sayesinde iklim değişikliğine karşı güçlü çözümler üretebiliyor. Ancak, gelişmekte olan ülkeler çoğunlukla finansman, teknoloji ve altyapı eksiklikleri ile mücadele etmek zorunda kalıyor. Örneğin, Afrika kıtası, gayrisafi yurtiçi hasılasına (GSYİH) oranla orantısız derecede yüksek uyum ve azaltma maliyetleriyle karşı karşıya. Bu durum, finansal destek mekanizmalarının önemini artırıyor.
Paris Anlaşması çerçevesinde oluşturulan İklim Finansmanı Fonu, gelişmekte olan ülkelere finansman sağlanmasını hedefliyor. Bunun yanı sıra, “borç-doğa takası” gibi yenilikçi mekanizmalar, ülkelerin mevcut borç yükünü azaltırken iklim projelerine kaynak aktarmasını teşvik ediyor. Ancak bu tür girişimlerin daha geniş ölçekte uygulanabilir hale getirilmesi, küresel iş birliğini gerektiriyor.
Küresel Politikalar ve Geleceğe Yönelik Stratejiler
İklim değişikliğiyle mücadelede uluslararası toplantılar ve sözleşmeler kritik bir rol oynuyor. COP toplantıları, özellikle finansman ve adaptasyon stratejileri açısından ülkeler arası iş birliğini teşvik eden bir platform sunuyor. Örneğin, COP29’da iklim değişikliğine karşı mücadelede eşitliğin önemi vurgulandı ve teknolojilere erişimin artırılması gerektiği tartışıldı.
2025 yılında ise Uluslararası Adalet Divanı’nın, devletlerin iklim hasarlarını önleme konusundaki sorumluluklarıyla ilgili vereceği karar, küresel politikalar açısından dönüm noktası niteliği taşıyabilir. Bu tür hukuki süreçler, özellikle tarihsel olarak yüksek emisyonlarasahip ülkelerin, iklim değişikliğinin etkilerine karşı daha savunmasız olan bölgelere destek sağlaması için bir çerçeve oluşturabilir.
2024’te COP29’da kararlaştırılan yeni İklim Finansmanı hedefleri, zengin ülkelerden gelişmekte olan ülkelere yılda 300 milyar dolarlık bir iklim fonu dağıtmayı planlıyor. Bu fon, iklim değişikliğiyle mücadele için daha eşit bir kaynak dağılımı sağlamayı amaçlıyor. Ancak bu taahhüt, iklim krizinin gerektirdiği milyar dolarlık yatırımların çok gerisinde kalıyor.
Bu fonlama mekanizmaları, daha geniş ölçekte etkili olabilmesi için ek taahhütlere ve yeni kaynaklara ihtiyaç duyuyor. Kayıp ve Zarar Fonu (LDF) gibi girişimler, aşırı hava olayları ve diğer iklim etkilerinden etkilenen gelişmekte olan ülkelere finansal yardım sağlamayı hedefliyor. Ancak, NCQG’nin Kayıp ve Zarar Fonu’ndan çıkarılması, bu fonların uzun vadeli uygulanabilirliğini sorguluyor. Örneğin, Sahel ve Asya’daki yıkıcı seller gibi aşırı hava olayları, acil finansal yardımların önemini vurguluyor. Bu nedenle, iklim finansmanının ve kaynakların doğru bir şekilde yönlendirilmesi, iklim değişikliğiyle mücadelede önemli bir adım olacaktır.
Bu tür küresel iş birliği ve finansal stratejiler, gelişmekte olan ülkelerin daha yeşil bir kalkınma sürecine girmelerini ve iklim değişikliğine karşı daha dirençli hale gelmelerini sağlayabilir. Bu kapsamda, finansman ve teknoloji transferinin artırılması, bölgesel iş birliklerinin güçlendirilmesi büyük önem taşıyor.
Eşitlik ve İş Birliği ile Sürdürülebilir Gelecek
İklim değişikliği, yalnızca çevresel bir sorun değil, aynı zamanda ekonomik, sosyal ve politik eşitsizlikleri de kapsayan karmaşık bir mesele. Gelişmekte olan ülkelerin iklim projelerinde başarılı olabilmesi için hem finansman hem de teknoloji transferi açısından desteklenmesi gerekiyor. Bu süreçte, bölgesel iş birlikleri ve girişimler önemli rol oynayabilir.
Afrika’nın Büyük Yeşil Duvar projesi, bu tür bölgesel girişimlerin çarpıcı bir örneği. Proje, Sahra Çölü’nün çevresindeki çölleşmeyi durdurmayı ve bölgede yeşil kalkınmayı desteklemeyi hedefliyor. Ancak, bu girişimin başarıya ulaşması, uluslararası finansman ve teknik desteğin artırılmasına bağlı.
Sonuç olarak, iklim değişikliğiyle mücadelede eşitlik ve dayanışma, yalnızca düşük gelirli ülkelerin yaşam standartlarını yükseltmekle kalmaz, aynı zamanda küresel sürdürülebilirlik hedeflerine ulaşılmasını da hızlandırır. Bu nedenle, ekonomik ve teknolojik kaynakların daha adil bir şekilde paylaşılması, tüm dünyanın ortak yararına hizmet edecektir.
Son yıllarda, hem varlık sahiplerinin hem de yöneticilerin UNPRI ve BM Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri gibi küresel girişimleri giderek daha fazla benimsemesiyle, yatırımcıların ilgisinde ESG uyumlu yatırımlara doğru gözle görülür bir değişim yaşandı. Bu eğilime, sürdürülebilir yatırım seçeneklerine yönelik perakende talebinde gözle görülür bir artış eşlik ediyor. Bu değişimler, varlık sahiplerinin ve yöneticilerinin ESG hakkındaki duruşlarını ve yatırım karar alma süreçlerindeki rolünü net bir şekilde tanımlamaları için bir fırsat yaratıyor.
ESG faktörleri ile yatırım kararı alma arasındaki gelişen bağlantı, fonları ve varlık yönetimi sektörünü önemli ölçüde etkiliyor. Varlık sahipleri ve yöneticileri, önerilen herhangi bir işlemde veya yatırım kararında ESG hususlarını hesaba katmak konusunda kendilerini giderek daha fazla yükümlü buluyorlar. Bu, sürdürülebilirlik risklerinin uygun şekilde değerlendirilmesini ve yatırımların müvekkillerinin veya yararlanıcılarının ESG tercihleriyle uyumlu olmasını sağlar. Sonuç olarak, ESG konularının entegrasyonu yalnızca bir uyum çalışması olmaktan çıkıp varlık sahipleri ve yöneticileri için temel bir iş hususu haline geldi.
Bu gelişmeleri yakından takip ederek, işletmelerin ESG süreçlerinde ihtiyaçları olan entegrasyonu sağlama konusunda geniş deneyime sahibiz. Hizmetlerimiz, organizasyon düzeyinde stratejik ve operasyonel tavsiyeler sunmaktan, ESG ile ilgili stratejilerin başlatılmasına veya yatırım yapılmasına yardımcı olmaya kadar uzanır.
Kurumsal amaç, hesap verebilirlik ve operasyonel dayanıklılığa artan vurgu, kurumsal stratejiler kapsamında çevresel, sosyal ve yönetişim (ESG) hususlarının önemini artırmaya devam ediyor.
Geçmişte bu tür konular genellikle finansal değeri azaltıcı olarak görülebilirken, artık sürdürülebilir iş uygulamalarının yalnızca riskleri azaltmakla kalmayıp aynı zamanda şirketlerin değerini de artırdığına dair giderek artan bir farkındalık var. Her işletmenin farklı riskleri olsa da, iklim değişikliği etkisi, yolsuzluk gibi etik ihlaller, işçi hakları ihlalleri, modern kölelik ve insan hakları ihlalleri, cinsel taciz iddiaları, iş yeri kültürü ve vergi kaçakçılığı gibi konular yaygın riskler arasında yer alıyor.
İşletmelere, fırsatları yakalarken ESG risklerini etkili bir şekilde yönetmeye yönelik stratejileri anlamalarına ve uygulama süreçlerinde yol arkadaşı oluyoruz. Yönetişim, insan hakları, iklimle ilgili kaygılar ve topluluk katılımını kapsayan derin uzmanlığımızdan ve kapsamlı pazar bilgimizden yararlanarak, işletmelerin uzun vadeli dayanıklı temellerde, başarı bir ESG ortamını en sağlıklı yöntemlerle yönetecek stratejileri geliştiriyoruz.